Depresyonun fizyolojik açıklaması
Bağırsaklarımızın uzunluğu 10 metreyi bulmasına rağmen bugün tükettiğimiz gıdalar nedeniyle bağırsaklarımızın neredeyse 1 metresini kullanır hale geldik.
Öyle ki, midemizin sindirim işleminin dahi by pass edildiğini, yemek borumuzun doğrudan bağırsağa bağlandığını hayal ettiğimiz bir vücuda sahip olmanın neredeyse hiçbir sorun çıkartmayacağını söylersek mübalağa etmiş olmayız: Mayalanmış ekmek örneğin..
Zaten enzimatik bir reaksiyondan geçmiş. Tüketildiği an şeker dönüşüp kana karışıyor. Süreç tamamlandı…
Endüstriyel olarak hazırlanmış hazır besinler çoğunlukla raf ömrünü uzatma ve lezzeti artırmak için endüstriyel enzimatik reaksiyonlardan geçirilmekte.
Bu nedenle doğal sindirim süreçlerine çok ihtiyaç göstermede kolaylıkla bağırsağın ilk kısımlarında çok hızlı emilime uğramaktadır. Fermente sucuklar, hazır kekler, markette satılan hazır yiyecekler vb.
“Fast-food, endüstriyel, paketlenmiş gıda sadece obezite değil, günümüzdeki depresyonların temel sebebi olan inflamasyonun ana kaynaklarıdır.”
Karaciğer, normal şartlar altında bağırsaklardan emilen aminoasitleri protein, şekeri/glikozu ise glikojen olarak depo eder. İşlenmiş, endüstriyel ve lifli sebze, meyveden fakir beslenmede bağırsaklardan emilim çok hızlı olmaktadır. Çünkü bu tip beslenmede gıdalar doğal sindirim sürecine uğramadan hızlıca emilime uğramaktadır.
Pankreastan salınan insülin, glikoz ve aminoasitlerin hücrelere alınmasını ve yağ olarak depolanmasını sağlar. Karaciğer ise insülin etkisiyle alınan gıdayı yağ olarak depolamaktadır. Aşırı miktardaki hızlı emilen endüstriyel gıdalar yağlanmayı daha da artırmakta ve karaciğer yağlanmasına neden olmaktadır.
Daha fazla yağ depolanmasını önlemek için ise vücut insülinin hücredeki etkilerini azaltmaya çalışılır. Buna “ insülin direnci ” denir. İnsülün direncinde kandaki miktarı çok olmasına rağmen insülüin hücreye etki edemez. Özetle, insan vücudu bu kadar süratli çalışmaya organize olamıyor.
Tıpkı iş yerinde toplantıdayken aynı zamanda sosyal medya hesaplarınızı kontrol edip, bir diğer taraftan az evvel telefonunuza gelen mesaja cevap verip, bir yandan da toplantıda konuşulanları not almaya çalıştığınız esnada karşı karşıya olduğunuz onlarca veriyi işlemedeki çaresizlik gibi, karaciğer ve pankreas da işlenmiş gıdalar karşısında benzer durumda kalıyor.
Karaciğer bu kadar amino asiti, glikozu nasıl işleyecek? Beyin bu kadar yoğun bir şekilde gelen gıdalardan nasıl yararlanacak?
Vücut bu kadar hızlı bir süreci yönetemiyor ve bu durum vücut için kuvvetli bir stres kaynağı haline geliyor.
Süreç tabii bununla sona ermiyor. Bütün dokular gelen gıdaları içine almak ve biriktirmek zorunda ve bu vazifeyi yerine getirme işini yağ dokuları üstleniyor. Ve nihayetinde kilo alımı ve obezite ortaya çıkıyor. Obezite ise inflamasyonu/iltihaplanmayı daha da arttırıyor.
Tıpkı elimiz kesildiği zaman yara bölgesinin önce iltihaplanması örneğinde olduğu gibi; giderek büyüyen, nihayetinde patlayarak ölen yağ dokusu hücrelerini ortadan kaldırmak üzere iltihaplanma beliriyor. Handikap şu ki, bu tip bir iltihaplanma sadece ölen hücrelerle sınırlı kalmıyor, bütün dokuları etkiliyor. Nasıl mı?
Vücutta iltihaplanma belirdiği takdirde, vücut deyim yerindeyse hastalık moduna geçer. Bunu evrim ile izah edebiliriz. Bir hayvan hasta olduğu zaman, örneğin faranjit olduğu vakit, vücutta sitokinler/iltihap maddeleri salınır. Sitokin, hücrelerin birbirleriyle iletişimini sağlayan protein ve peptidlerin bir grubudur.
Sitokinlerin üç fonksiyonu vardır: Evvela hayvanı uykulu hale sokar. Hem iyileşme sürecini hızlandırmak için vücudu olabildiğince az yormak maksadıyla hem de hasta halde dolaşan bir hayvanın kolayca av olabileceği gerçeğinden hareketle uykulu olmak bu durumda hayvanın lehinedir.
Sitokinin ikinci fonksiyonu, hayvanın dürtüsel davranışlar sergilemesine neden olmaktır. Yaralı bir hayvana dokunmaya teşebbüs ettiğiniz anda sizi ısırması şaşırtıcı olmayacaktır, zira kendini korumaya çalışmaktadır. Hasta insanların da bir miktar huysuz ve saldırgan olmaları bu yüzdendir.
Üçüncüsü ise, iştahının kesilmesidir. Hayvan bu sayede yiyecek aramaya çıkıp hem kolay av olmaz hem de efor sarf etmez. Bunların tümüne hastalık davranışı denir.
Konumuza dönecek olursak, endüstriyel gıda, psikojenik ve metabolik stresler, tek tip beslenme inflamasyona sebep olmakta. Bu nedenle hastalık moduna geçen, salgılanan sitokinler ile yukarıda belirttiğimiz hastalık davranışı oluşmaktadır. Yani, depresif, anksiyeteli, dürtüsel davranan garip bir insan portresi ortaya çıkmaktadır.
“solunum yolu enfeksiyonu olduğumuzdaki yaşadığımız psikolojik durum ile stresli hayat ve endüstriyel gıda ile oluşan inflamasyonun sonuçları aynıdır. Yani karşı karşıya olduğumuz manzara, şehirlerde endüstriyel hayata maruz kalan bir hasta insanlar topluluğudur.”
Yani, sadece iş stresi, trafikte yaşadığımız stres, ailevi meseleler kaynaklı stres vs. değil, az önce izah etmeye çalıştığım, işlenmiş gıdaların vücutta yarattığı gıda stresi, bizim duyu seviyesinde hissetmediğimiz her türlü stres birer depresyon sebebidir.
Bunların dışında alkol, sigara ve uyuşturucu kullanımı da depresyonu tetikleyen alışkanlıklardır. Kullanılan maddenin türüne göre şiddeti değişmekle birlikte, o maddenin yokluğunda oluşan yoksunluk hissi vücut için son derece kuvvetli bir stres kaynağıdır.
Zira bu maddelerin kullanımı bir hedonik/haz veren aktivitedir, aynı veya daha fazla hazzı yakalayabilmek için her defasında gösterilen çabanın kendisi de bir stres kaynağı olmakla beraber, sürekli bu maddenin arayışı içinde olmak ve yoksunluğu hali de stres kaynağıdır.
İkincisi, bu maddelerin bileşenlerindeki kimyasalların vücutta yarattığı tahribatın kendisi de bir stres sebebidir. Çünkü vücudun işleyebileceği ve vücut aktivitelerinin normal seyri içerisinde vücuttan atılabilecek bir kimyasal miktarı vardır. Bu miktarın aşılması halinde vücut bu duruma hücre kayıpları ve inflamasyon ile cevap verir. Bu depresyonun bir sebebidir.
Aslında bütün psikiyatrik bozukluklar temelde aynı sebebe dayanır ve derine indiğimizde hepsi aynı hastalıktır. Hepsi “ inflamasyon ” ve enflamasyon kaynaklı “ nöronal hasara ” bağlıdır. Sadece seyir hızları, şiddeti, beyinde etkilediği bölgeler ve neticeleri farklıdır. Bütün psikiyatrik bozuklukları “ psiko- nörolojik disorder “ başlığı altında toplamak mümkündür.
Depresyon neticesinde başta prefrontal korteks olmak üzere hipokampüsün küçüldüğünü söylemiştik. Gelecekte yapılacak ciddi depresyon teşhislerinde prefrontal korteksin kalınlığı ile hipokampal hacmin ölçümü ve fonksiyonel MR vasıtasıyla prefontal korteksin işlevsellik ölçümünden istifade etmek en gerçekçi tanı yöntemi olacaktır.
Bu, yapılması karmaşık veya pahalı bir yöntem değil, ama bu yöntemden istifade edebilmek için teşhis konulacak toplumun yaş ve cinsiyet özellikleri göz önüne alınarak prefrontal korteks kalınlığı ile hipokampal hacim ortalamasının belirlenmesi gerekir. Fakat dünyanın bugün böyle bir teşhis yönteminin çok uzağında olduğunu da söylemeliyiz.
Bu tür bir veriye erişmek, geniş kalabalıklar üzerinde uzun bir zamana mal olacak titiz araştırmalar ve titiz araştırmacılar gerektirir.
Mesela ülkemizi ele alalım. Bırakınız prefrontal korteks kalınlığı ve ya hipokampal hacim belirlemeyi, ülkeler ve coğrafyalar arasında hemoglobin, karaciğer enzimleri değerlerinin farklılıklar arz ettiğini bilmemize rağmen bu değişkenler için ülkemiz adına ortalama bir değer dahi çıkartabilmiş değiliz.
Oysa bugün sınırlı sayıda da olsa bazı gelişmiş ülkeler, örneğin Kanada, uzun yıllardır klinik depresyon tanılarının veri kayıtlarını tuttuğu için az evvel sözünü ettiğim türden bir teşhis yöntemi için gerekli donanıma sahip.
Son olarak, dünyada depresyon tanısı için kullanılan ABD menşeili “ 15 günlük yaşam isteksizliği, haz alamama “ kriterinin aslında Amerika tıp çevrelerinin bilimsel bir çalışmaya hasta seçme ölçeği olarak kullanıldığını söylemem gerekir.
Yani, bu 15 günlük süre Amerika’da ortalama ruh sağlığına sahip bir insan standartizasyonu yaratmak amacıyla koyulmuş bir kriterken, dünyanın geri kalan pek çok bölgesinde, ABD’nin bilimsel çalışmaya dahil etme kriteri olarak kullandığı bir ölçek, tanı kriteri olarak benimsenmiş durumdadır.
Esasında her ülkenin depresyon tanı kriteri kendine ait ve “milli” olmalıdır. Aslına bakılırsa, sadece depresyon için değil, bütün psikiyatrik hastalıkların tanı kriterlerinin millileşmesi gerekmektedir. Örneğin, Çin Amerikan Psikiyatri Derneği’nin tanı kriteri olan DMS ‘ yi kullanmıyor. Çünkü Asya insanı ile Amerika insanı arasında çok fark var. Bu son derece yerinde bir yaklaşım.
Hastalıkların tanısı sadece kriterlerle değil, kişisel sıkıntılar, şikayetler ile konulur. Yani hastalık özneldir, aynı hastalığın farklı kişilerdeki belirtileri ve seyri farklı olabilir.
Melankoliyi, yağmurlu havalarda eve kapanıp klasik müzik dinlemeyi seven bir adama, “ gel buraya, sen hastasın, seni tedavi edeceğiz “diyebilir miyiz?
Ama standardizasyon insanoğlunu maalesef bu hale getirdi. Evde uslu bir şekilde dersini çalışan bir anne gelip “ evladım, biraz dışarı çıkıp oynasana “ dediğinde, çocuk “ yok annecim, ben böyle iyiyim, çalışacağım “ derse o anne eyvah bu çocuk Otistik/Asperger mi acaba diye endişelenebiliyor?
Çocuk sürekli oynamak istiyorsa, bu defa da bu çocuk neden böyle, hiperaktif mi acaba diye söylenmeye başlanılıyor. Yani standart bir çocuk modeli var zihinlerde.
Normal çocuğun oyun oynayacağı, uyuyacağı, ders çalışacağı saatleri belirleyen kriterler koyma eğilimi var bugün. Tam manasıyla bir “ walking dead “ jenerasyonu yaratılmaya çalışılıyor.
Farklılığı zenginlik değil de, aykırılık olarak gören bu standardizasyon akımı, maalesef toplumsal çeşitliliği, dolayısıyla da beyin çeşitliliğini günden güne ortadan kaldırıyor.
Kullanılan Kaynakçalar:
1:Neuroscience of Clinical Psychiatry
2:Doç.Dr Oytun ERBAŞ
DEPRESYON DA REFLEKSOLOJİNİN YERİ
Stres, günlük hayatımızın önlenmez bir parçası haline gelmiştir. Hızlı yaşamın ve modern teknolojinin (trafik, televizyon, gürültü, iş stresi, aile içi sorunlar, savaşlar, hastalıklar, çevre kirliliği, elektronik kirlilik, maddi sıkıntılar vs.) vücudumuza ve ruhumuza getirdiği dengesizliği de göz ardı edemeyiz.
Uzun süre stresle yaşayan bir vücudun sinir sistemi yorulur, direnci azalır. Uykusuzluk, hazımsızlık, yüksek tansiyon, sık sık tekrarlayan baş ve sırt ağrıları, stresli yaşamın getirebileceği sorunların sadece birkaçıdır.
Düzenli aralıklarla yapılan refleksoloji seansları ile vücut enerjisindeki tıkanıklıklar giderilir, enerji vücuda dengeli bir biçimde yayılmaya başlar; dolayısıyla kan dolaşımı sorunları ortadan kalkar ve oksijen, hücrelere daha kolay dağılır. Lenf sistemi görevini daha iyi yapar ve vücuttaki toksinler hücrelerden daha kolay atılır.
Refleksoloji sinir hücrelerindeki elektrik sinyallerini ve sinir hücrelerini birbirine bağlayan kimyasal maddeleri uyaran bir çalışmadır. Refleksoloji, bugün sağlık bakanlığınca tamamlayıcı tıp olarak yer almakta olup; ekim 2014 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Her ayakta 7000 üzerinde sinir ucu 26 kemik 107 bağ ve 19 kas vardır.
Refleksologlar ayak tabanını bir fihrist olarak görürler ya da bir uzaktan kumanda vücudun tüm noktalarına ulaşmamızı sağlayan bir kumanda…
Yeryüzündeki bütün canlıların sinir sistemi vardır… Ayrıca her organın bir damar sistemi vardır…
Refleksoloji (medikal ayak masajı) kılcal damarları konu edinir. Bu damarlar insanlarda ayak tabanı ve ellere kadar uzanır.
Kılcal damarlar kanın boşaltım organı olan ayakların belli noktalarına kanı taşırlar ve orada boşaltırlar.
Bu işlem sırasında eller by-pass görevi görür. Ve boşaltımda herhangi bir problem kanın Oksijensiz kalacağından bu da hastalıklara sebep olur.
Refleksoloji, vücuttaki tüm bezler, organlar ve diğer kısımlar ile bağlantılı olarak ayak ve el refleks bölgeleri olduğundan yola çıkan bir bilim dalıdır.
Refleks bölgelerinde çalışma, bu refleks bölgelerine başparmak ve parmakların uygulanmasıyla yapılan manuel metottur.
Not: Uzman olmayan, fizyoloji,anatomi ve nöroloji bilgisi olmayan kişilerce yapıldığında riskli komplikasyonlara neden olabiliyor.
Sevgiyle Kalın
Kürşat Şahin Yıldırımer
Uzman Sosyolog-Terapist
0532 603 30 06
Öyle ki, midemizin sindirim işleminin dahi by pass edildiğini, yemek borumuzun doğrudan bağırsağa bağlandığını hayal ettiğimiz bir vücuda sahip olmanın neredeyse hiçbir sorun çıkartmayacağını söylersek mübalağa etmiş olmayız: Mayalanmış ekmek örneğin..
Zaten enzimatik bir reaksiyondan geçmiş. Tüketildiği an şeker dönüşüp kana karışıyor. Süreç tamamlandı…
Endüstriyel olarak hazırlanmış hazır besinler çoğunlukla raf ömrünü uzatma ve lezzeti artırmak için endüstriyel enzimatik reaksiyonlardan geçirilmekte.
Bu nedenle doğal sindirim süreçlerine çok ihtiyaç göstermede kolaylıkla bağırsağın ilk kısımlarında çok hızlı emilime uğramaktadır. Fermente sucuklar, hazır kekler, markette satılan hazır yiyecekler vb.
“Fast-food, endüstriyel, paketlenmiş gıda sadece obezite değil, günümüzdeki depresyonların temel sebebi olan inflamasyonun ana kaynaklarıdır.”
Karaciğer, normal şartlar altında bağırsaklardan emilen aminoasitleri protein, şekeri/glikozu ise glikojen olarak depo eder. İşlenmiş, endüstriyel ve lifli sebze, meyveden fakir beslenmede bağırsaklardan emilim çok hızlı olmaktadır. Çünkü bu tip beslenmede gıdalar doğal sindirim sürecine uğramadan hızlıca emilime uğramaktadır.
Pankreastan salınan insülin, glikoz ve aminoasitlerin hücrelere alınmasını ve yağ olarak depolanmasını sağlar. Karaciğer ise insülin etkisiyle alınan gıdayı yağ olarak depolamaktadır. Aşırı miktardaki hızlı emilen endüstriyel gıdalar yağlanmayı daha da artırmakta ve karaciğer yağlanmasına neden olmaktadır.
Daha fazla yağ depolanmasını önlemek için ise vücut insülinin hücredeki etkilerini azaltmaya çalışılır. Buna “ insülin direnci ” denir. İnsülün direncinde kandaki miktarı çok olmasına rağmen insülüin hücreye etki edemez. Özetle, insan vücudu bu kadar süratli çalışmaya organize olamıyor.
Tıpkı iş yerinde toplantıdayken aynı zamanda sosyal medya hesaplarınızı kontrol edip, bir diğer taraftan az evvel telefonunuza gelen mesaja cevap verip, bir yandan da toplantıda konuşulanları not almaya çalıştığınız esnada karşı karşıya olduğunuz onlarca veriyi işlemedeki çaresizlik gibi, karaciğer ve pankreas da işlenmiş gıdalar karşısında benzer durumda kalıyor.
Karaciğer bu kadar amino asiti, glikozu nasıl işleyecek? Beyin bu kadar yoğun bir şekilde gelen gıdalardan nasıl yararlanacak?
Vücut bu kadar hızlı bir süreci yönetemiyor ve bu durum vücut için kuvvetli bir stres kaynağı haline geliyor.
Süreç tabii bununla sona ermiyor. Bütün dokular gelen gıdaları içine almak ve biriktirmek zorunda ve bu vazifeyi yerine getirme işini yağ dokuları üstleniyor. Ve nihayetinde kilo alımı ve obezite ortaya çıkıyor. Obezite ise inflamasyonu/iltihaplanmayı daha da arttırıyor.
Tıpkı elimiz kesildiği zaman yara bölgesinin önce iltihaplanması örneğinde olduğu gibi; giderek büyüyen, nihayetinde patlayarak ölen yağ dokusu hücrelerini ortadan kaldırmak üzere iltihaplanma beliriyor. Handikap şu ki, bu tip bir iltihaplanma sadece ölen hücrelerle sınırlı kalmıyor, bütün dokuları etkiliyor. Nasıl mı?
Vücutta iltihaplanma belirdiği takdirde, vücut deyim yerindeyse hastalık moduna geçer. Bunu evrim ile izah edebiliriz. Bir hayvan hasta olduğu zaman, örneğin faranjit olduğu vakit, vücutta sitokinler/iltihap maddeleri salınır. Sitokin, hücrelerin birbirleriyle iletişimini sağlayan protein ve peptidlerin bir grubudur.
Sitokinlerin üç fonksiyonu vardır: Evvela hayvanı uykulu hale sokar. Hem iyileşme sürecini hızlandırmak için vücudu olabildiğince az yormak maksadıyla hem de hasta halde dolaşan bir hayvanın kolayca av olabileceği gerçeğinden hareketle uykulu olmak bu durumda hayvanın lehinedir.
Sitokinin ikinci fonksiyonu, hayvanın dürtüsel davranışlar sergilemesine neden olmaktır. Yaralı bir hayvana dokunmaya teşebbüs ettiğiniz anda sizi ısırması şaşırtıcı olmayacaktır, zira kendini korumaya çalışmaktadır. Hasta insanların da bir miktar huysuz ve saldırgan olmaları bu yüzdendir.
Üçüncüsü ise, iştahının kesilmesidir. Hayvan bu sayede yiyecek aramaya çıkıp hem kolay av olmaz hem de efor sarf etmez. Bunların tümüne hastalık davranışı denir.
Konumuza dönecek olursak, endüstriyel gıda, psikojenik ve metabolik stresler, tek tip beslenme inflamasyona sebep olmakta. Bu nedenle hastalık moduna geçen, salgılanan sitokinler ile yukarıda belirttiğimiz hastalık davranışı oluşmaktadır. Yani, depresif, anksiyeteli, dürtüsel davranan garip bir insan portresi ortaya çıkmaktadır.
“solunum yolu enfeksiyonu olduğumuzdaki yaşadığımız psikolojik durum ile stresli hayat ve endüstriyel gıda ile oluşan inflamasyonun sonuçları aynıdır. Yani karşı karşıya olduğumuz manzara, şehirlerde endüstriyel hayata maruz kalan bir hasta insanlar topluluğudur.”
Yani, sadece iş stresi, trafikte yaşadığımız stres, ailevi meseleler kaynaklı stres vs. değil, az önce izah etmeye çalıştığım, işlenmiş gıdaların vücutta yarattığı gıda stresi, bizim duyu seviyesinde hissetmediğimiz her türlü stres birer depresyon sebebidir.
Bunların dışında alkol, sigara ve uyuşturucu kullanımı da depresyonu tetikleyen alışkanlıklardır. Kullanılan maddenin türüne göre şiddeti değişmekle birlikte, o maddenin yokluğunda oluşan yoksunluk hissi vücut için son derece kuvvetli bir stres kaynağıdır.
Zira bu maddelerin kullanımı bir hedonik/haz veren aktivitedir, aynı veya daha fazla hazzı yakalayabilmek için her defasında gösterilen çabanın kendisi de bir stres kaynağı olmakla beraber, sürekli bu maddenin arayışı içinde olmak ve yoksunluğu hali de stres kaynağıdır.
İkincisi, bu maddelerin bileşenlerindeki kimyasalların vücutta yarattığı tahribatın kendisi de bir stres sebebidir. Çünkü vücudun işleyebileceği ve vücut aktivitelerinin normal seyri içerisinde vücuttan atılabilecek bir kimyasal miktarı vardır. Bu miktarın aşılması halinde vücut bu duruma hücre kayıpları ve inflamasyon ile cevap verir. Bu depresyonun bir sebebidir.
Aslında bütün psikiyatrik bozukluklar temelde aynı sebebe dayanır ve derine indiğimizde hepsi aynı hastalıktır. Hepsi “ inflamasyon ” ve enflamasyon kaynaklı “ nöronal hasara ” bağlıdır. Sadece seyir hızları, şiddeti, beyinde etkilediği bölgeler ve neticeleri farklıdır. Bütün psikiyatrik bozuklukları “ psiko- nörolojik disorder “ başlığı altında toplamak mümkündür.
Depresyon neticesinde başta prefrontal korteks olmak üzere hipokampüsün küçüldüğünü söylemiştik. Gelecekte yapılacak ciddi depresyon teşhislerinde prefrontal korteksin kalınlığı ile hipokampal hacmin ölçümü ve fonksiyonel MR vasıtasıyla prefontal korteksin işlevsellik ölçümünden istifade etmek en gerçekçi tanı yöntemi olacaktır.
Bu, yapılması karmaşık veya pahalı bir yöntem değil, ama bu yöntemden istifade edebilmek için teşhis konulacak toplumun yaş ve cinsiyet özellikleri göz önüne alınarak prefrontal korteks kalınlığı ile hipokampal hacim ortalamasının belirlenmesi gerekir. Fakat dünyanın bugün böyle bir teşhis yönteminin çok uzağında olduğunu da söylemeliyiz.
Bu tür bir veriye erişmek, geniş kalabalıklar üzerinde uzun bir zamana mal olacak titiz araştırmalar ve titiz araştırmacılar gerektirir.
Mesela ülkemizi ele alalım. Bırakınız prefrontal korteks kalınlığı ve ya hipokampal hacim belirlemeyi, ülkeler ve coğrafyalar arasında hemoglobin, karaciğer enzimleri değerlerinin farklılıklar arz ettiğini bilmemize rağmen bu değişkenler için ülkemiz adına ortalama bir değer dahi çıkartabilmiş değiliz.
Oysa bugün sınırlı sayıda da olsa bazı gelişmiş ülkeler, örneğin Kanada, uzun yıllardır klinik depresyon tanılarının veri kayıtlarını tuttuğu için az evvel sözünü ettiğim türden bir teşhis yöntemi için gerekli donanıma sahip.
Son olarak, dünyada depresyon tanısı için kullanılan ABD menşeili “ 15 günlük yaşam isteksizliği, haz alamama “ kriterinin aslında Amerika tıp çevrelerinin bilimsel bir çalışmaya hasta seçme ölçeği olarak kullanıldığını söylemem gerekir.
Yani, bu 15 günlük süre Amerika’da ortalama ruh sağlığına sahip bir insan standartizasyonu yaratmak amacıyla koyulmuş bir kriterken, dünyanın geri kalan pek çok bölgesinde, ABD’nin bilimsel çalışmaya dahil etme kriteri olarak kullandığı bir ölçek, tanı kriteri olarak benimsenmiş durumdadır.
Esasında her ülkenin depresyon tanı kriteri kendine ait ve “milli” olmalıdır. Aslına bakılırsa, sadece depresyon için değil, bütün psikiyatrik hastalıkların tanı kriterlerinin millileşmesi gerekmektedir. Örneğin, Çin Amerikan Psikiyatri Derneği’nin tanı kriteri olan DMS ‘ yi kullanmıyor. Çünkü Asya insanı ile Amerika insanı arasında çok fark var. Bu son derece yerinde bir yaklaşım.
Hastalıkların tanısı sadece kriterlerle değil, kişisel sıkıntılar, şikayetler ile konulur. Yani hastalık özneldir, aynı hastalığın farklı kişilerdeki belirtileri ve seyri farklı olabilir.
Melankoliyi, yağmurlu havalarda eve kapanıp klasik müzik dinlemeyi seven bir adama, “ gel buraya, sen hastasın, seni tedavi edeceğiz “diyebilir miyiz?
Ama standardizasyon insanoğlunu maalesef bu hale getirdi. Evde uslu bir şekilde dersini çalışan bir anne gelip “ evladım, biraz dışarı çıkıp oynasana “ dediğinde, çocuk “ yok annecim, ben böyle iyiyim, çalışacağım “ derse o anne eyvah bu çocuk Otistik/Asperger mi acaba diye endişelenebiliyor?
Çocuk sürekli oynamak istiyorsa, bu defa da bu çocuk neden böyle, hiperaktif mi acaba diye söylenmeye başlanılıyor. Yani standart bir çocuk modeli var zihinlerde.
Normal çocuğun oyun oynayacağı, uyuyacağı, ders çalışacağı saatleri belirleyen kriterler koyma eğilimi var bugün. Tam manasıyla bir “ walking dead “ jenerasyonu yaratılmaya çalışılıyor.
Farklılığı zenginlik değil de, aykırılık olarak gören bu standardizasyon akımı, maalesef toplumsal çeşitliliği, dolayısıyla da beyin çeşitliliğini günden güne ortadan kaldırıyor.
Kullanılan Kaynakçalar:
1:Neuroscience of Clinical Psychiatry
2:Doç.Dr Oytun ERBAŞ
DEPRESYON DA REFLEKSOLOJİNİN YERİ
Stres, günlük hayatımızın önlenmez bir parçası haline gelmiştir. Hızlı yaşamın ve modern teknolojinin (trafik, televizyon, gürültü, iş stresi, aile içi sorunlar, savaşlar, hastalıklar, çevre kirliliği, elektronik kirlilik, maddi sıkıntılar vs.) vücudumuza ve ruhumuza getirdiği dengesizliği de göz ardı edemeyiz.
Uzun süre stresle yaşayan bir vücudun sinir sistemi yorulur, direnci azalır. Uykusuzluk, hazımsızlık, yüksek tansiyon, sık sık tekrarlayan baş ve sırt ağrıları, stresli yaşamın getirebileceği sorunların sadece birkaçıdır.
Düzenli aralıklarla yapılan refleksoloji seansları ile vücut enerjisindeki tıkanıklıklar giderilir, enerji vücuda dengeli bir biçimde yayılmaya başlar; dolayısıyla kan dolaşımı sorunları ortadan kalkar ve oksijen, hücrelere daha kolay dağılır. Lenf sistemi görevini daha iyi yapar ve vücuttaki toksinler hücrelerden daha kolay atılır.
Refleksoloji sinir hücrelerindeki elektrik sinyallerini ve sinir hücrelerini birbirine bağlayan kimyasal maddeleri uyaran bir çalışmadır. Refleksoloji, bugün sağlık bakanlığınca tamamlayıcı tıp olarak yer almakta olup; ekim 2014 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Her ayakta 7000 üzerinde sinir ucu 26 kemik 107 bağ ve 19 kas vardır.
Refleksologlar ayak tabanını bir fihrist olarak görürler ya da bir uzaktan kumanda vücudun tüm noktalarına ulaşmamızı sağlayan bir kumanda…
Yeryüzündeki bütün canlıların sinir sistemi vardır… Ayrıca her organın bir damar sistemi vardır…
Refleksoloji (medikal ayak masajı) kılcal damarları konu edinir. Bu damarlar insanlarda ayak tabanı ve ellere kadar uzanır.
Kılcal damarlar kanın boşaltım organı olan ayakların belli noktalarına kanı taşırlar ve orada boşaltırlar.
Bu işlem sırasında eller by-pass görevi görür. Ve boşaltımda herhangi bir problem kanın Oksijensiz kalacağından bu da hastalıklara sebep olur.
Refleksoloji, vücuttaki tüm bezler, organlar ve diğer kısımlar ile bağlantılı olarak ayak ve el refleks bölgeleri olduğundan yola çıkan bir bilim dalıdır.
Refleks bölgelerinde çalışma, bu refleks bölgelerine başparmak ve parmakların uygulanmasıyla yapılan manuel metottur.
Not: Uzman olmayan, fizyoloji,anatomi ve nöroloji bilgisi olmayan kişilerce yapıldığında riskli komplikasyonlara neden olabiliyor.
Sevgiyle Kalın
Kürşat Şahin Yıldırımer
Uzman Sosyolog-Terapist
0532 603 30 06
Yorumlar
Yorum Gönder